yalnızlık şarkıları hep bağırarak söylenir.
yalnızlık şarkıları hep bağırarak söylenir.
ve insan bu şarkıyı hep birisinden öğrenir.
bu mektubun yanık kokusu kendinden sevgilim…
kanatan keskinliği, acıtan derinliği kendinden. ben sadece kaleme eziyet ediyorum. kağıt bazen alev almadan da yanar.
yani bir mektup açılmadan da ağlatır.. yaralar.
son satırlara dosttur, son duygular. kısa kesiyorum. İşte veda mektubum. tüm sessiz harflerin platonik aşkı bir gecede sona eriyor. sana yaldızlı sözlerde edebilirdim, artık yapamıyorum.
kayan yıldızları gördüğümde senin için tutacağım bir dileğim kalmadı benim. ben, seninle ilgili geniş zamanlı cümleleri severken,
ilahi seslerime eşlik eden şeytan ellerini hatırlarken; yüreğim bana ihanet ediyor. aşk başkası yokmuş gibi hep bana nişan alıyor ve hep bende nişan bozuyor.
öyle sıkıldım ki; bu oyundan yoruldum… biliyorum iyi bir oyun arkadaşı değilim ben, çabuk kırılıyorum. aramak sadece aramak…
başka bir rolüm yok bu oyunda aşkla bitmişin arasında. artık saklanmak istiyorum.
hep bir gideni olduğu için her aşkın bir kalanı, hep bir biteni olduğu için her aşkın söylenen bir yalanı var. kendi kendime bunu söyleyip durdukça kağıt elimi kesmekten vazgeçiyor, acı hissetmemeye başlıyorum.
sen azaldıkça ağır anlamından, yerine eski sahiciliğim dönüyor. acıya acıya ne kadar çok şey öğreniyor insan. artık başkaları da bana baktıklarında seni görmüyorlar galiba.. dedim ya azaldın, onlarda da azaldın.
burukluğum ancak kendi yazıma başlık olabilir. suskunluğum ancak beni yorabilir, aşk ancak benim yüreğimde adını özgürce koyabilir.
saklanmış sayfalarda hep en gerçekler yazar. yorganımın içi küllerle dolu, yıkanamayan vedalarla, tutulamamış sözlerle dolu.
el yazına parmak izimi basarım ki; güzeldik biz beraberken, ama her öykü tamamlanmayı bekler sözünü çok eskilerde vurdum. o beni vurduktan az sonra, hemen sonra…
yatağımın dalgakıranı yok artık. nabzına duyarlı parmak uçlarımda yok, senin nefesime duyarlı kalp atışının olmadığı gibi. kolay incinen birinin hayatına dikkatli dokunmayı öğrenememiş olmak, belki senin suçun değil. belki sen eldivenlerle el ele tutuşmanın sıcak olduğuna inanıyorsundur hala, kimbilir. şiirime yalan karıştı, nasıl affedebilirim seni? zamanın dili, şimdiki zaman.
diğeri ya geçmişin ya rüyanın dilleri. bildiğin tek dil benim dilim bile olsa artık, bağışlayamam bu aşkta ne kendimi ne şiiri….
sen bir iç çekişin ruhuna yanmış şiirin, yakılmış sahibine kaç kibrit çaktığını unutan yaşanmış kundakçısı…
bense ilkel bir aşkın kalbi kırık ilkeli, diye tarif etsem bizi artık, ne fark eder ki; Sen soran olursa, onlara büyük gemiler küçük yolculuklara çıkmazmış de. hatta tüm bu acıklı hikayenin sonunda gökten düşmemiş ama benim hakkım olan elmayı bulursan sen ye! neden böyleyim bilmiyorum ama sanırım “doydum” artık sana. sana ve yalana…
belki de başkalarının aşklarında görüp’te sana verdiğim her şeyi, sende bırakıp yürümenin zamanı geldi… ne kızgınlık var içimde sana karşı, ne de sitem. sadece sonrası düşünülmeden verilen bir sözün, yerine getirme zamanı geldiğinde ki hali. evet, belki itiraf etmem gereken bir şey var bu duruma gelmiş olabilirim ama ne önemi var ki?
ne söz vermek istiyorum bundan sonra ne de söz almak!
tek istediğim sadece çekip gitmek… nasıl mı? İşte böyle